Logan: Bir Çağ Kapandı


2000 yılından bu zamana çekilmekte olan X-Men filmlerine, ekibi hala istediğiniz şekilde sunmadıkları için kızgın olabilirsiniz. Veya spin-off'lar sizi hiç memnun etmemiş de olabilir. Ama bu filmlerin çok uzun zamandır hayatımızın bir parçası olduğunu düşünürsek bünyede ister istemez bir alışkanlık yarattığını kabul etmek gerekir. Kişisel olarak X-Men serisini Sam Raimi'nin Spider-Man'leriyle beraber en iyi Marvel yapımları olarak görürüm. Her şey bir yana toplumdan dışlanmayı, ötekileştirmeyi ve ırk ayrımcılığını zaman zaman politik alt metinlerle zaman zaman da gençlik sancılarıyla harmanlayarak izleyiciye sunan başarılı işlerdir bunlar. Temelde "farklı olandan korkma" teması üzerinden yükselen X-Men serisi, beyazperdedeki 17 yıllık yolculuğunda iyi mutant, kötü mutant ve insan üçgenindeki çatışmayı anlattı hep. Görünen o ki bunu yeni gelen filmlerle ve dizilerle de sürdürmeye devam edecek. Ancak bu yazıda bizim konumuz biraz daha spesifik. Hayatı boyunca farklı olmanın acısını iliklerine kadar yaşamış bir adamla ilgili. Değer verdiği herkesi kaybetmiş, çok uzun zamandır sahip olduğu gücün ya da lanetin kalıntılarıyla oradan oraya savrulan birisiyle alakalı.

Spoiler içermektedir...

"Logan", Hugh Jackman'ın dokuzuncu ve son kez Wolverine'i canlandıracağı film olarak duyurulduğundan beri tüm dikkatleri üzerine çeken bir yapım. İlk X-Men filminden bu yana Jackman'ın boy dezavantajına rağmen rolüyle yakaladığı uyum, karakterin anti-kahraman özellikleri ve senaryoların ona diğer takım üyelerine oranla daha torpilli davranması onu sinema izleyicisinin gözünde en popüler kahramanlardan biri yapmıştı. Dahası 2011 yılında yeniden şekillenmeye başlayan serinin son halkalarında bütün oyuncular yenilenip yeni bir yol çizilirken Jackman'ın Wolverine portresi muhafaza edilmiş, küçük rollerle de olsa seyirciyle buluşturulmuştu. Muhtemelen aktörün kendisi de rolü ilk aldığında meşaleyi bu kadar uzun süre taşıyacağını tahmin etmemiştir fakat bugün geldiğimiz noktadan geriye doğru bakınca elimizde baştan sona aynı oyuncuyla devam eden benzersiz bir hayat hikayesi olduğunu görüyoruz. 

"Old Man Logan"dan doğan filmin, adından da anlaşıldığı üzere kişisel bir Wolverine hikayesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Senaryonun katmanlı olma veya iç içe geçmiş öyküleri anlatma gibi bir iddiası yok. Ana karakterinin özüne odaklanan, her türlü gereksiz yükten kurtulmuş bir anlatı bu. X-Men sinema evreninde gerçekleşen olayları kafaya takmayıp kendi yolunu çiziyor yani. Hem içerik olarak hem de biçim olarak sıradan bir süper kahraman filminden oldukça farklı. Serinin öykü kronolojisi olarak bir önceki basamağı "The Wolverine"de yönetmen James Mangold karaktere bir ağırlık getirmişti hatırlarsanız. Filmi pek çok sebepten ötürü beğenmemiştim ancak senaryonun karakterin kırılganlığını hiç olmadığı kadar gözler önüne sermesi ve anlatımdaki farklılık dikkat çekiciydi. Yönetmen, karakteri anladığının sinyallerini vermişti ama dediğim gibi sonuç parlak değildi. Neyse ki Mangold bu kez anlatacağı öyküyü doğru seçmiş ve önceki filmde yarattığı elementler içinden doğru olanları bu filme aktarmış. 


"Logan"ın bence en güzel tarafı bir yol filmi olması. Yıllar önce birisi çıkıp Wolverine, Profesör Xavier ve X-23'ün başından geçenleri anlatan bir yolculukla ilgili film izleyeceğimizi söyleseydi, muhtemelen buna inanmaz, gülerdik. Ama ne var ki elimizdeki öykü bir büyükbaba, bir baba ve bir çocuğun Mad Max-vari yolculuğuyla ilgili. Bu noktada senaryo dengeli bir anlatım sunuyor. Bütün bu kovalamacanın, aksiyonun ve vahşetin arasında aslında bir aile hikayesi izlediğimizi karakterler arasındaki ilişkilerle anlıyoruz. Özellikle, Amerika kırsalında kahramanlarımızın konuk olduğu ailenin evindeki yemek sahnesi bunun en net gözüktüğü yer. Xavier ve Logan arasındaki ilişki artık sadece okul, akıl hocası, öğrenci gibi kavramlardan ibaret değil. Çok daha hayatın içinden. 

Olaylar 2029'da yani yakın bir gelecekte geçse de filmin geneline post-apokaliptik bir atmosfer hakim. Dünya, "Days of Future Past"te Sentinel'lerin hüküm sürdüğü karanlık bir gelecekten kurtulsa da mutantlar için işler pek de iyi gitmemiş. Geçmişte yaşanan tüm mutant mücadeleleri çizgi roman olarak efsaneleştirilmiş. Bu noktada film, Chris Claremont'un Uncanny X-Men'i üzerinden çizgi romanları kutsuyor ve bu yapıtları bir kehanet olarak nitelendiriyor. Bunun yanı sıra yolculuğun sürekli çöllerde ve benzeri kurak yerlerde geçmesi, Xavier'ın insanlıktan uzakta bir su tankının içinde yaşaması ve her açıdan Mad Max filmlerinden fırlamış gibi duran Caliban daha önce hiçbir süper kahraman filminde görmediğimiz bu atmosferin en akılda kalıcı unsurları. Ayrıca X-Men ekibinin yok olduğu ve mutant fobisinin iyice ayyuka çıktığı bu dönemde çocuklar üzerinden verilen umut mesajı filmin en büyük artılarından. 

Tüm bunların yanında "Logan"ın şimdiye kadarki en sert süper kahraman filmi olduğunun altını çizmek gerek. Her küfür duyduğunuzda birer shot votka atsanız film bitmeden alkol komasına girebilirsiniz. Wolverine ve Laura'nın kesip biçme sahneleri tam bir görsel şölen. Özellikle Laura'nın Usta Yoda-vari dövüş stiline bayıldım. X-23'ü canlandıran Dafne Keen'in filmin büyük bir bölümünde tek kelime etmeden sergilediği oyunculuk hayranlık uyandırıcı. Kendisini aynı rolde bir daha görme şansımız olsa ne güzel olur. Bu arada bu kadar sert aksiyonun içinde en sevdiğim nokta, gerçekçiliğin olabildiğince korunabilmesi. Mesela Profesör Xavier gibi çok önemli bir karakterin ölümü bile abartılı olmaktan uzak. Daha önce direkt olarak seyircinin gözünü yaşartmak için yapılan duygu sömürülerini çok gördük. Ancak burada olan tek şey doğallık. "Logan"da sahnelerin arkasına hüzünlü bir müzik konsa veya diyaloglar daha acıklı bir şekilde yazılsa bütün ruh bozulurdu. Kendi adıma filmin takındığı bu gerçekçi tutumu çok beğendim. Tüm bu etkileyiciliği arttıran bir diğer şeyse filmin sinematografisi. John Mathieson'un görüntü yönetimi bir sanat filmi estetiğine sahip.


Başta senaryonun serinin önceki yapımlarındaki olaylara takılmadığını belirtmiştim. Ancak film boyunca eski X-Men filmleri -özellikle klasik üçleme- gözümün önünden gitmedi. En kudretli zamanlarına şahitlik ettiğimiz Charles Xavier'ı güçten düşmüş ve yardıma muhtaç bir vaziyette görmek bu açıdan çok üzücüydü. Eğer o filmlere zamanında yetiştiyseniz "Logan"ı izlerken hafiften bir yaşlanma duygusu ve burukluk hissediyorsunuz. Hele Wolverine ve Xavier'ın bu kadar yıldan ve olaydan sonra halen mutlu bir yaşama kavuşamaması ve mutant sorununun çözülememiş olması sadık izleyici için iç parçalayıcı bir durum. Belki genel olarak seriyi düşündüğümüzde bu karakterleri daha iyi bir konumda bırakmak isterdik ama böylesi gerçekçi bir filme ve vermek istediği mesaja en uygun sonu izlediğimizi düşünüyorum. 

Toparlarsak "Logan", açılış sahnesinden izleyiciyi darmaduman eden son karesine kadar Wolverine'in hakkını teslim eden, tarz olarak diğer X-Men filmlerine çok uzak olmasına rağmen serinin ruhunu seyirciden eksik etmeyen, gerçekçiliğinin yanında duygusal olmayı başaran muhteşem bir final filmi. Hugh Jackman ve Patrick Stewart bütün serideki en iyi performanslarını ortaya koyuyor. Özellikle 2012 yapımı Sefiller'de canlandırdığı Jean Valjean'a oldukça yakın bir portre çizen Hugh Jackman'ın oyunculuğu üst düzey. Öyle ki daha ödül sezonuna çok uzun bir zaman olmasına karşın gözardı edilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir iş çıkarmış. Evet, bir daha kendisini bu rolde izleyemeyeceğiz ve o çok beklediğimiz sarılı siyahlı mavili kostümün içinde onu hiç göremeyeceğiz. Ancak bu süreçte izleyici olarak sinema tarihinde eşi benzeri olmayan bir duruma tanıklık ettik. Onun 17 sene boyunca çok sevdiğimiz bu karakteri nasıl hakkıyla taşıdığını kendi gözlerimizle gördük. Bizim için de bir çağ kapandı artık. 

Yorgun savaşçı Logan'ın dediği gibi, 
"So this is what it feels like"...

Yorum Gönder

[disqus]

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget