I)Modern Çağın Öncesinde İnsanoğlu
Bundan yıllar yıllar öncesine gidelim, oldukça gerilere. Ne kadar mı geriye? II. Dünya Savaşı’na mı? Sanmıyorum. Fransız İhtilali’nden öncesine gidelim, adımlarımızı sıklaştırıp daha da geriye gidelim, modern çağları ardımızda bırakarak mesela Rönesans ve Reform’a mı baksak, yoksa İstanbul’un Fethi’ni mi seyre dalsak? Bunlar da bizim inceleyeceğimiz konu için geç zamanlar, daha gerilere adım atalım, daha karanlık zamanlara daha bilinemezliğe doğru. İnsanların şimdiki gibi bireyselliklerine gömülmedikleri, aksine toplum olarak yaşamanın ve topluluk olarak kalabilmenin bir ödül olduğu zamanlara gidelim. Milattan önceki zamanlara aslında bu şekilde de bir tanımlama getirebiliriz; evet, bu zamanlar insanların en temel içgüdüsü olan ‘’yaşama arzusunun’’ gerçekleşebilmesi için topluluk olarak yaşamalarının gerektiği zamanlardı. Fakat her ne kadar birlikte yaşamak bir ihtiyaç olsa da, insanları bir arada tutabilmek için bir şeyler de gerekliydi. Zor zamanlardan bahsediyoruz en nihayetinde, o zamanlarda dış güçler kadar içeride yaşanan olaylar da insanları etkileyebilmekteydi. Mesela bugün adını duyduğumuzda önemsemediğimiz hastalıklar o zaman kitleleri öldürebiliyordu, savaşlar insansız hava araçları veya zırhlı tanklarla değil keskin kılıçlarla ve kol kuvvetiyle yapılıyordu; yani olan biten her olumsuzluk insanları birebir dolaysız şekilde etkiliyordu. Peki bu insanlar birbirine bağlı olmasını sadece ‘’ihtiyaç’’ile açıklayabilir miydik? Bugün nasıl bir ‘’aidiyet’’ duygusu ile insanlar birbirine bağlanmak için sebepler üretmişse, elbette o zamanlar da bu aidiyetlik vardı. Tabii zamanla bu aidiyetlik farklı şekillere büründü, insanlarda kabile aidiyetliği değişti, kimi zaman dini kimi zaman milli bir aidiyetlik ile geçmişten gelen bu ‘’ait olma’’ dürtüsü hep bir şekilde karşımıza çıktı.
Coğrafyanın bugünkü gibi tam oturmadığı yıllardan söz ediyoruz, Ortadoğu uzun yıllardır ne kadar sallantıda da olsa, Dünya’daki birçok ülkenin kesin sınırları şu an belli (tabii görünürde). Fakat bu yıllarda herkes birbiriyle savaş halinde, basit bir göç bile savaş sebebi olabilmekte, insanlar yerleştiği toprakları savunurken bir başka insanlar da yeni topraklar elde etmek için çetin savaşlar vermekte. Çok basit bir şekilde örnek vermek gerekirse bugün yaşadığımız coğrafyaya gelene kadar katettiğimiz yolları çok da sakince geldiğimizi söyleyemeyiz. Biz bir yandan göç ederken, bir yandan da dönemin –olağan olarak- barbar kabilelerini de önümüze katarak Orta Asya’dan Avrupa’ya ‘’Kavimler Göçü’’nün gerçekleşmesine sebep olduğumuzu unutmayalım. Sonuçta bizim göçlerimiz sakin bir şekilde gerçekleşseydi ne o barbar kabileler Avrupa’ya kaçardı ne de dağılarak bugünkü Avrupa toplumunu oluşturabilirlerdi. Aynı zamanda Anadolu’ya gelinene dek yapılan savaşlarla da bugün yaşadığımız coğrafyaya hakim olabildik. Kısacası Dünya o yıllarda da karmakarışık bir halde, savaşlar, kıtlık, hastalıklar elbette ki insanlarda olumsuz etkiler yaratıyor. Peki o yıllarda insanlar nasıl motive edilebilir, topluluklarına can-ı gönülden bağlanıp çekilmez bunca derdi çekmeleri sağlanabilirdi? Bugüne gelmeden önce, geçmişte aradığımız ilk yanıtımız; destan. Evet, destanlar insanları o yıllarda motive edebilecek şeylerden birisiydi. Örneğin bir toplumda savaş çıktığında, elbet orada yiğit bir asker bulunur ve kanının son damlasına dek savaşarak ülkesi için canını feda ederdi. Daha doğrusu bu söylentiler dilden dile yayılır, bir ağızdan başka ağza geçerken üzerine birkaç bir şey daha katılır ve son haline ulaştığındaysa ilk halinden hiç eser kalmaz. Battal Gazi Destanı’nı ele alalım mesela. Bu kişi gerçekten yaşamış yiğit bir Arap genci.* Battal Gazi’nin gerçekte yaşamış bir kişi olduğu söylenir, tabii bu iddianın en önemli kaynağı yine destanın kendisi. Savaştan savaşa koşmuş bu yiğit genç, destanda Anadolu’da İslam’ın yayılmasında katıldığı savaşlarla büyük rol oynar örneğin. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bir dini yaymak bu kadar basit değil. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına baktığımızda Türklerin, kurttan doğmuş, kurtların yardımıyla yaşamış olduğunu bile iddia edebiliyor bazı metinler. Tabii hepsi böyle şanlı değil, araya Göç Destanı gibi dramatik ve olumsuz yolla etkileyici destan da sıkışmıyor değil.** Tabii bu örneklere efsaneleri de eklemek mümkün. Aradaki fark ise destan bir şekilde kendisini gerçekten olmuş bir olayla ilişkilendirebilmekteyken, efsaneler tamamen insanların aklında kurdukları şeylerdir; yani aslı astarı yoktur.
Resme geldiğimizdeyse, insanoğlu yazınsal metinlerde sanatsal ruhunu ortaya koyduğu gibi tarih öncesi çağlardan beri çizimleriyle de sanatını konuşturdu. İnsanın mağara çizimleriyle başlayan çizim yolculuğu, yine başka başka şekilde kendini gösterdi. Kimi yerlerde minyatür olarak yapılan tasvirler kimi zamanlar yağlı boya olarak hayat buldu. Genellikle yazınsal metinlerde koruyamadığı o ince ruhu, insan çizimlerde yakalamayı başardı. Eğer yazı ‘’yiğitçe ölüme’’ bir teşvik ise, resim her zaman yaratmaya/yaşatmaya teşvikti. İlk mağara resimlerine baktığımızda örneğin avlanan insan çizimleri görürüz, insan veya hayvan tasvirleri görürüz. Aslında bugün bakıldığında basit gibi dursa da, o mağara resimleri insanın bugün kaybetmiş olduğu birçok şeyi bize gösterir. Mesela bugün insanoğlu hiç olmadığı kadar doğaya uzaklaşmış ve neredeyse düşmanlaşmıştır fakat anlıyoruz ki o yıllarda insan doğanın bir parçasıdır ve bunun farkındadır. Ama yazınsal metinlerle çizimler arasında ortak nokta da bulunuyor, örneğin o av resimlerine baktığınızda insanların hep beraber avlanması durumu söz konusu. Yani topluluk olma gerekliliği ‘’fikri’’ o yıllarda bile bir ‘’gerçektir.’’ Yani binlerce yıl önceki atalarımızın, hem de bizim kadar akıllı olmadığını iddia ettiğimiz o insanların fark ettiği bir şey bu. Bu dönemleri ardımıza alıp biraz daha ileriki yıllara gittiğimizde (yaklaşık 40.000 yıl ileriye atalım kendimizi ), çizim sanatı da dallanıp budaklanarak farklı kollara ayrıldı, bir dönemi Kübizm kasıp kavururken diğer dönemi Sürrealizm kasırgası aldı götürdü, Dışavurumculuk her sanatı etkilediği gibi resim sanatını da etkilerken Foto-Gerçekçilik akımıyla mekanlar neredeyse aslına uygun bir biçimde resmedilmişti.
Zamana hiçbir şeyin ‘’olduğu şekilde’’ dayanamaması gibi destan lar efsaneler ve çizimler de dayanamadı. Zaman değişip, koşullar yerine göre güçleştikçe vatanseverlik aşılayan bu destanlar veya efsaneler bazı özelliklerini kaybettiler. Birkaç örneği hariç, genellikle anonim olan destanlar, artık bilinen yazarlarca yazılır oldu. Örneğin Tasso’nun Kurtarılmış Kudüs’ü, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çanakkale Destanı, Nazım Hikmet’in Kuvay-ı Milliye Destanı gibi destanlar buna örnektir. Yani M.S. 1000 yılından sonra azalarak destanlar 1900’lerin ilk yarılarına kadar ağır aksak gelebilmişlerse de artık ‘’destan’’ coşkunluğunu yitiren bir yazın türü olarak tarihsel görevini tamamlamıştır. Destandan boş kalan yeriyse dolduracak bir şey gerekliydi tabii ki; bu şans da romanın oldu. Destan ve efsaneler yavaş yavaş bir köşeye çekilirken, romanlar adım adım zirveye çıkıyordu. Yazarlar romanlarını yazarken tümüyle kurmaca da olabiliyordu, tarihi bir dönemden kesit alıp bunu kurmaca karakterlerle de süsleyebiliyorlardı. Hiç olmadı biyografik roman ile gerçek kişileri, biyografilerin ciddiyetinden uzak daha duygusal ve betimsel şekilde anlatabiliyorlardı. Fakat aralarından öyle isimler çıkıyordu ki, bilim kurgu romanlarıyla geleceğe yön veriyorlardı. Tabii ki Jules Verne ve H. G. Wells’ten bahsediyorum. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Dünyanın Merkezine Yolculuk, Aya Seyahat gibi Verne eserlerinin yanında, daha ilgi çeken Görünmez Adam, Dr. Monreau Adası, Zaman Makinesi, Dünyalar Savaşı gibi eserlerle Wells bilim kurgunun temellerini sapasağlam attılar. Bu temelin üzerinden Isaac Asimov gibi bilim kurguda harikalar yaratmış yazarlar da kendini gösterdi, sinemada da bilim kurgu dalında kült olmuş eserler yaratıldı. Ama Isaac Asimov çocukken, sinemalar da o kadar yaygınlaşmamışken başka bir tür ortaya çıktı; çizgi roman.
II) Zerdüşt’ün Çağı
Marx’ın da yakındığı gibi, filozoflar kütüphaneler dolusu eserlerinde Dünya’yı yorumladılar. Asıl sorun ise onu değiştirmekti. Aslında bunu bir filozof aynı zamanda iktisatçı olan bir isim önceden başarmıştı; Adam Smith. Hatta Marx, bunu Komünist Manifesto’da kabul etmiş gibidir de. Kapitalizmin eski üretim biçimlerini ve onlarla beraber o zamandan kalma ‘’ahlaki’’ kuralları nasıl yerle bir edip yerine kendi istediği kuralları koyduğundan şöyle bahseder;
‘’Burjuvazi, yönetimi ele geçirdiği her yerde, tüm feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son vermiştir. İnsanoğlunu ‘’doğal efendileri’’ne bağlı kılan çapraşık feodal bağları acımasızca kesip atmış, insanla insan arasında katıksız çıkardan, katı ‘’nakit ödeme’’den başka bir bağ bırakmamıştır.’’***
Evet, Kapitalizm içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmiştir, değiştirmeye insanoğlunun hayatına girdiği noktada yapmaya başlamıştır ve bu değişim hala da devam etmektedir. Fakat biz şimdiki duruma bakmadan önce Zerdüşt’ün Çağı’na bakalım, yani Kapitalizmin ilk halini yaşadığı yıllara ve o yılların atmosferine bir göz gezdirelim. İlk başta şunu bilmemiz gerekir ki, Kapitalizm kendisini bir adım öne atarken cazip olmak zorundaydı. Bu yüzden Kapitalizm ile eklemlenmiş bir görüş, Liberalizm kendisini gösterdi. Liberalizm insanlara özgürlük vaat ediyordu, insanın özel mülkiyeti de ayrıca korunmalıydı; devlet insanların özel hayatına müdahale etmemeli ve aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü de sağlanmalıydı. İnsanlar tek tek bir kişi olarak özeldiler ve bu bireysel olarak ‘’kişi’’kutsaldı. Bu kişi istediği gibi düşünebilmeli, başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece özgür olabilmeliydi. John Stuart Mill, belki de Liberalizmin en etkili düşünürlerinden olarak bu düşüncelerini ‘’Özgürlük Üzerine’’ adlı eserinde uzun uzadıya anlatır. Her bir kişinin düşüncelerinin ne kadar değerli olduğu konusunda vurgu yaparken, çoğunluğun azınlığı baskı altında tutmamasını da önemle vurgular. John Locke ‘’Hoşgörü Üzerine Mektup’’ eserinde dini hoşgörünün bir gereklilik olduğunu önemle vurgular, olan ile olması gerekeni ortaya koyar. Zaten buraya kadar da her şey güzeldir. Mutlak kralların, din adamlarının ve aristokratların baskılarından bunalmış olan bilim adamları, filozof ve aydınların birçoğu bu düşünceleri desteklemiştir.
Fakat her şey umulduğu gibi olmamış, Kapitalizm ekonomide ‘’kitlelerin’’ beklediğini vermemiş, Liberalizm herkesi özgür kılmamıştı. İşte yana yakıla özgürlük savunusu yapan filozofların, satır aralarına gizlediği ufak notlar kendisini gösteriyordu. Örneğin medeni olanın, ‘’medeni olmayana’’ gösterdiği baskı mübahtı; filozoflar bunu bir baskı olarak görmüyordu, bu uygar olmayanlara yapılan bir iyilikti ya da en azından John S. Mill böyle düşünüyordu. Uygar olmayan ne varsa yuvasında bulunmalı ve onu ‘’uygar olana dek’’ gözetimi altına almalıydı. İnsanlar George Orwell’in yllar sonra yazacağı ‘’Hayvan Çiftliği’ eserine tanıklık etmiştir; ‘’Hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir!’’ Ve hala da daha eşittirler.
Marx kaygılarında haklıdır, mutluluğu vaat eden bu ideoloji daha ilk yıllarında bir çöküntüyle karşılaşmıştır. İnsanlar mutlu değildir, ne topluluk olarak ne de bireysel olarak. Kurallar katıdır, o şanslı azınlıkta olmayan insanların hayatı bellidir ve bu kitleye her geçen gün bir kişi daha katılmaktadır, katılmak zorundadır. Evet, sistem değişmiştir ama Marx’ın da dediği gibi sınıflar hep aynı kalmıştır. Üstelik artık mutsuz olan insanlar, yeniyi üretmek yerine çareyi eskide aramışlar; bir kısmı din adamları ile birlikte hareket ederken bir kısmı da feodal dönemin çığırtkanları olmuşlardır. Çünkü daha iyiyi vaat eden, eskisinden bile acımasız çıkmıştır.
İşte bu zamanlarda ütopyalar kendisini göstermiştir. İdeolojiler ütopyalarıyla insanlara gelmiştir. Modern çağın da en önemli özelliği bu olsa gerek, insanlara ‘’ulaşması gereken’’ bir hedef vermiştir.Belki hedeflere ulaşılamayacaktır ama ulaşmak için atılan her bir adım insanları daha mutlu edecektir. Örneğin Marx’ın ütopyası ‘’komünist toplum’’dur. Hiçbir sınıfın ve insanları baskı altında tutan bir devletin olmadığı bu ‘’son aşama’’ ulaşılması gereken hedeftir. Ona ulaşmadan önceyse insanlar sosyalist aşamaya ulaşmalıdır. Yani önce insanların sınıfsız bir toplumda yaşaması sağlanacaktır. Fakat herkes böyle mi düşünmektedir?
Başta Milliyetçiler buna karşı çıkmaktaydı, Sosyalizmin ‘’millet/milliyet’’ kavramına son vereceği düşünülüyordu. Sonra vatanseverler tepkiliydi, çünkü vatansız kalacaklarını düşünüyorlardı. Muhafazakarlar karşıydı, toplumun değerlerinin yok edileceği düşünülüyordu, Din adamlar ve/veya dindarlar karşıydı çünkü ‘’dinin ortadan kaldırılacağını’’ düşünüyorlardı. Liberaller –doğal olarak- karşıydı, çünkü Sosyalizm kesinlikle özel mülkiyete karşıydı; onlar için bu kadarı bile yeterliydi. Yani farklı farklı düşünce sistemlerinin topyekün karşı çıkması söz konusuydu. Peki buna sebep neydi? Bana sorarsanız bunu sebebi Karl Marx’ın keskin cümleleriydi.
İşte bu keskin cümlelerin içinden bir isim çıkageldi; Friedrich Nietzsche. Marx ile aynı yüzyılda yaşamış bu ismin ondan daha keskin bir dili olduğu aşikar. Öyle ki Nihilizmin tohumlarını atan Gorgias’ı kıskandıracak kadar katı bir Nihilist olan ve bu düşüncelerini de oldukça etkileyici bir şekilde anlatabilen bir filozof olan Nietzsche, açıkça söylemek gerekirse kendi dönemi içindeki her filozofun arasından sıyrılarak, kendine has bir kişilik olmayı başarabilmiştir. Nihilizmin kendisi fazlasıyla ‘’aykırı’’iken , bu genç adam bu düşünceyi daha farklı noktalara taşımıştır ve hatta öyle ki ‘’Tanrıyı öldürmüştür.’’
Başta şunu ifade etmek gerekir ki, kendisi kesinlikle ve kesinlikle evrensel bir ahlaka karşıdır. Onu çağından ayıran da budur. Modern zamanın düşünürleri genellikle ‘’evrensel’’ düşünürler. Evrensel yasalar koymayı hedeflerler, örneğin Liberalizm ‘’tüm insanların hakları’’nı savunur, Sosyalizm de Dünya’daki bütün ezilmiş sınıfların sınıfsız bir toplum yaratması gerektiğini söyler. Yani her kuralın, kanunun ve düşüncenin ‘’evrensel’’ düşünüldüğü bir ortamda, evrensel bir ahlakın olmayışını savunmak bile oldukça cesur bir harekettir. ‘’Gelenek nedir?’’ diye sorar Nietzsche ve cevabını da hemen verir; ‘’Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir.’’
Ama biz her şeyin ötesinde Nietzsche’yi daha farklı tanırız. Neredeyse siyaset alanında yazılmış her kitap Faşizmin düşünsel temellerini Nietzsche’ye dayandırır. Bu belki haklı bir çıkarımdır, ancak bu çıkarımın yapılmasının en önemli dayanağı Hitler’in Nietzsche’nin düşüncelerinden etkilendiğini söylemesi olmuştur. Yoksa düşüncelerinin derinine inildiğinde karşımıza çok farklı bir Nietzsche çıkıyor. ‘’En zalim hayvan insandır.’’ der ve bir başka eserinde de ‘’Despotlar, havanın ahlaklı olduğu bölgeleri severler.’’ diye belirtir. Fakat eserlerinden biri vardır ki, bugün Faşizmi öğrenmek isteyenlerin bir numaralı kaynaklarından birisi olmuştur; Böyle Buyurdu Zerdüşt. Yukarıda da demiştik, ideolojilerin insanlara koyduğu bir hedef vardır; ulaşılması gereken o hedefe ulaşılamasa da önemli olan ulaşmaya çabalamaktır. İşte bu noktada da Zerdüşt, ‘’insanın aşılması gereken bir şey’’ olduğunu söyler, ulaşılması gereken ise ‘’üstün-insandır’’. İnsan, hayvan ile üstün-insan arasında gerilmiş bir iptir. Zerdüşt buna inanır. Ve bu düşüncelerini anlatmak için Pire’ye inen Sokrates edasıyla, dağdan şehre doğru yolculuğu başlar, amacı insana ‘’kendini aşmayı’’ öğretmektir, artık Zerdüşt’ün Çağı gelmiştir, herkesin insanı kurtarmak için fikirler sunduğu bu zamanda Zerdüşt’ün de söyleyecekleri vardır elbet.
III)Ubersmench ya da Kim Üstün-insan Olmaya Layıktır?
Asıl konumuza gelmeden önce işleyeceğimiz son başlığımızdayız. Amacımız burada herhangi bir ‘’üstün-insan’’ın nasıl olacağını belirlemek değil, aslında fark edilmeyeni göz önüne çıkarmak. Fark edilemeyen ise, aslında her görüş ve düşünce sisteminin bir üstüninsan modeli çizdiği. Yani Nietzsche’nin görüşlerini yargılamadan önce, ondan önce neler olmuş bir göz gezdirmeliyiz.
Bir ülke hayal edelim, böylelikle herhangi bir ülkeyi veya herhangi dini özellikle yargılamamış ve tarafsızlığımızı sağlamış olalım. Bu ülkede de çeşitli görüşlerden çeşitli gruplar bulunsun. Örneğin ilk başta bu ülkede bir aristokrat veya oligarşik bir sınıflanma yapısı olsun. Bu tarz bir sınıfsal yapısı olan toplumda elbette ki aristokrat-oligarşik sınıf, üst sınıftır, bu sınıfa ait her kişi de elbette ki diğerlerine göre ‘’üstün olan’’ olacaktır. Çünkü bu kişi veya kişiler toprak sahibidir, toplumun geri kalanına göre daha eğitimlidir, daha kibardırlar, konuştukları dilden giyimlerine kadar her şekilde toplumun geri kalanından ‘’daha üstün’’dürler. Demek ki Aristokrasilerdeki üstün insan modeli aristokratlardır. Daha sonrasında bu ülkede mutlak monarşinin hüküm sürdüğünü düşünelim. Bu monarşide de üstün olan ‘’kral’’ olacaktır, ülke topraklarının tek hakimi olarak bu üstünlüğü hak ettiği düşünülecektir. Tabii burada bu üstünlüğü soysal sebeplere bağlayanlar kadar, bu görevin krala Tanrı tarafından verildiği için onun ‘’daha üstün’’ olduğu düşüncesi de kendini gösterecektir.
İşte burada herhangi bir grubuna ait dindar/muhafazakar grupların düşüncesine gelelim. Genellikle dinlerin ya baştan belirlenmiş ya da sonradan o dine mensup kişilerce portresi çizilmiş belirli bir ‘’üstüninsan’’ modeli vardır. Genellikle bu modelde ‘’üstün olan’’ kendini toplum hayatından soyutlayarak, kendisini tamamen Tanrı’ya adamış kişilerdir. Bütün insani zevklerini törpüleyerek, ölümlü dünyanın sıradanlığından ( belki de günahlarından ) kurtulmaya çalışan bu kişiler, dinler için diğer insanlardan farklı ‘’üstün olan’’ insandır. Oysa Nietzsche buna karşı çıkar. Din, Nietzsche’nin deyişiyle ‘’kişiliğin değişime uğratılması’’, varolan bir şeyin şekil bozukluğuna uğratılmasıdır. Nietzsche ‘’insanda yüce ve güçlü olan her şeyin insanüstü, insana yabancı sayılması’’ndan dini sorumlu tutar. Bu ise ona göre zorunlu olarak insanın kendisini ‘’küçültmesine’’ yol açmıştır.****
Örneğin Marx’ta da ‘’yabancılaşmış’’ insan sorunu vardır. İnsan tarihsel süreç içerisinde özünden uzaklaştırılmış, doğal halinden/ilişkilerinden uzaklaştırılmıştır. Özellikle Kapitalizmin perçinlediği bu yabancılaşmanın çelişkili sınıf ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağı söylenebilir. Sonuçta da yabancılaşmadan kurtulan insan, elbette ki önceki halinden daha iyi olacaktır. Fakat bu özüne dönmüş olan insan, birey olarak değil topluluk halinde bir mücadelenin sonucu buna ulaşabilecektir. Tabii burada tartışılmasa da, Marx’ın yabancılaşmadan kurtulmuş insanının bir ‘’üstün-insan’’ veya daha doğru söylemek gerekirse ‘’üstün-insan topluluğu’’ olup olamayacağı da ayrı bir tartışma konusu olacaktır.
Ne derse desinler, filozoflar ve aydınlar gelmekte olan felaketi önleyemediler. 19. yüzyılın siyasi hamlelerinin ürünü olarak, 20. yüzyıl savaşlara gebeydi. Sömürge elde etme yarışı, dost görünen ülkeleri birbirine düşman etmişti. Uzun yıllar Dünya tarihinde ses getirememiş devletler, siyasi birliklerini tamamlamışlardı ve güç dengesine dahil olmuşlardı çoktan. Bir yanda Avrupa’nın ‘’Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’’u Büyük Britanya vardı, diğer yanda hırslı Almanya İmparatorluğu. Dünyanın ipleri gerilmişti ve bu gerilen ipler; Doğu Avrupa’da sıkılan bir kurşunla koptu.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde her şey bitti zannedildi. Arkasında binlerce ölü bırakan bu savaşın ardından barış gelir diye düşünüldü. Ancak savaşı kazananlar o kadar açgözlü ve o kadar hırçındı ki, yaptıkları ‘’barışın’’ yani bir savaş getireceğini öngöremediler. Özellikle suçlu buldukları Almanya İmparatorluğu’nu barış ile ‘’cezalandırdılar’’. Fakat şu unutulmamalı ki, o anlaşmalar anlaşmayı imzalayan kişilerden çok o savaşta yara almış, sıradan insanları etkilerdi. Yıkılan Almanya İmparatorluğu sonrasında kurulan Weinmar Cumhuriyeti’nde de böyle oldu. Ekonomik krizler, parçalanmış ülke toprakları, toparlanamayan bir devlet her şeyden çok halkı etkiledi. Sonuç mu? Vatansever duygular yerini ırkçı duygulara teslim etti, ayaklar altında ezilen bir halk çareyi kendi ‘’üstünlüğünde’’ gördü. Alain Badiou’nun dediği gibi, ‘’kahramanlık alanının paradigması savaş olmuştur.’’ Ve devam eder, ‘’ Fransız İhtilali’nden önce kahraman figürü, bireysel savaşçıydı’’. Evet, gerçekten de böyleydi. Ancak Napoleon ve beraberinde getirdiği fikirler bazı şeyleri gerekli kılıyordu. Örneğin ‘’Milliyetçilik’’ fikri, bireysel bir savaşçıdan çok, tehditler karşısında ‘’topyekun’’ yani millet olarak savaşma duygusunu hissettirir. İşte o yıllara kadar kimsenin bilmediği bir adam, Hitler, ortaya çıktı ve Nazizm ideolojisi ile bir ülkeyi ‘’topyekün’’ halde savaşa hazır hale getirerek, tüm dünyayı kasıp kavurdu. Artık ‘’Milliyetçilik’’ ile ‘’Irkçı-Faşizm’’ arasındaki o kıldan daha ince çizgi çoktan aşılmıştı, insanları bekleyen ise bir kıyametti.
İşte bildiğimiz manada çizgi romanların çıkışı da bu tarihlere denk gelir. Çizgi romanın atası sayılan ‘’Yellow Kid’’ , doğal olarak şimdiki halinden çok uzaktı. Fakat 1930’larda daha bilimkurgu/fantezi türüne yönelen çizgi roman, sayı sayı (fasikül) yayınlanmaya ilk defa bu yıllarda başladı. Superman da bu yıllarda Shuster-Siegel ikilisi tarafından oluşturulan bir karakterdi. Ama bir farkla. İlk defa 1933 yılında yayınlanan ‘’Reign of The Superman’’ hikayesinde Superman, kötü bir karakterdi. İşin ilginciyse Siegel’in yaptığı bir açıklamada bu karakteri yaratırken ilhamlarını Nietzsche’nin Ubersmench’inden aldıklarını söylüyorlardı. İşte bu noktada da başka bir sorun ortaya çıkıyor. İngilizce kaynaklara baktığımızda Ubersmench kavramının ‘’Overman’’ olarak çevrildiğini görüyoruz, fakat 1900’lü yılların başında bu kavram ‘’Superman’’ olarak çevrilmekteydi, hatta George Bernard Shaw’ın ‘’Man and Superman’’ eserinde de çevrimin bu şekilde olduğunu görüyoruz. İşin tuhaf tarafı da önceleri kötü bir karaktere ilham olmuş olan bu ad, 1938 yılında bildiğimiz Superman’in adı olarak karşımıza çıkıyordu. Bu aslında birkaç sene içindeki dönüşümün basit bir örneğidir.
Konumuzdan çok da sapmadan Captain America’ya değinelim mesela. Kendisi Superman ile birlikte tam bir ‘’üstün-insan’’ örneğidir. 1941 yılında yaratılan bu karakter, sadece bir kahraman değildir; aynı zamanda bayrağını üzerinde taşıyan bir askerdir de. Fakat bu asker sıradan bir insan mıdır? Tabii ki de hayır. Tıpkı Nietzsche’nin de dediği gibi, insan eğer hayvan ile üstüninsan ile arasına gerilmiş bir ip ise, sıradan bir insan olmayarak Captain America tam da ipin sonundaki kişidir. Aynı zamanda bu kişi bir ‘’Amerika vatanseveridir’’. İnsanların nedense daha çok uzun olmayan bir süre önce ‘’öcü’’ olarak gördükleri fikirleri, yaşanan siyasi gerilimlerle beraber neden kabul edebilir hale gelmiş bulunduklarından; hele 1941 gibi bir yılda Captain America gibi bir karakterin çıkmasını çok da yadırgamamak gerek. Ayrıca şuan çok farklı bir hususa da dikkat çekmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri bildiğiniz gibi tek bir milletten oluşmaz, karma bir millet yapısı vardır. Bu yüzden milattan önceye kadar dayanan sözlü gelenekleri/ kendine ait mitleri olmayan A.B.D.’nin de ‘’yapay’’ kahraman hikayelerine İkinci Dünya Savaşı’nda belki de herkesten çok ihtiyacı vardı. Hele ki karşısında kendisini Roma İmparatorluğu’na dayandıran iki düşman varken. Bu kahramanlar ya da kahramanlık hikayeleri de elde olan herhangi bir kaynaktan edinilemediğinden, yaratıldılar. Örneğin Iwo Jima gibi kareler ***** hala kullanılıyor günümüzde de. Bunun yanında artık destan/efsane yaratmak için de çok geç kalındığı düşünülünce, çizgi romanın bu iş için kullanılabilecek güzel bir dal olacağı düşünülebilir.
Yorum Gönder