Man of Steel’de konuyu Platon, Rosseau ve Nietzsche’de bırakmıştık. Eğer hesaplaşmanın tek filmle bittiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Aksine, Batman v Superman: Dawn of Justice, birkaç filozofu daha tartışmasına dahil ederek ilerliyor. İşte bu yüzden tartışmamız yine Platon’dan başlıyor. Öncelikle, Platon’un Sokrates’in ağzından aktardığı bir hikayeyle başlayalım. Meşhur ‘’mağara alegorisi’’ ile… Bu hikayede, bir mağara içerisinde, etrafını göremeyecek şekilde boyunlarından zincirle bağlanmış insanlar bulunmaktadır. Arkalarında bir ışık kaynağı vardır ve tek görebildikleri mağara duvarı bu duvara yansıyan gölgelerdir. Etrafını göremeyen bu insanların gerçeklikleri, mağaraya yansıyan gölgelerdir, onları gerçek zannederler çünkü gölgelerden başka görebildikleri ve bildikleri bir şey yoktur. Sonrasında zincirlerinden kurtulmayı başaran bir kişi gerçek dünyayı keşfe çıkar, gölgelerin sahibi olan gerçek varlıkları görür, dışarıdaki dünyayı tanır. Yukarıda yazdıklarım kısa bir anlatı, özünde daha uzun olan bu hikayede ışık kaynağının –Güneşin de diyebiliriz- ‘’iyi ideasını’’ temsil ettiği düşünülür ve hatta Devlet eserinde bilginin Güneşe çıplak gözle bakılana dek geçilen meşakkatli aşamalar anlatılır.
Filmimizin daha başlangıcında da Bruce’un mağara ile imtihanı karşımıza çıkar. Rüya sahnesi olduğunu anladığımız bu sahnelerde Bruce, ‘’Rüyamda beni ışığa götürdüler. Güzel bir yalana.’’ İfadesini kullanır. Şimdi bu rüyayı aslında birçok şekilde ele almak mümkün. İlk başta bu rüyanın, Bruce Wayne’nin ailesinin öldürülmesi ertesinde gördüğünü varsayalım. Burada ışığın iyi ideasını temsil ettiğini varsayıyorsak, Bruce’un ailesinin ölümünden sonra herhangi bir iyi ideasının varlığını yalan olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Fakat rüyayı Superman’in gelişinden sonra gördüğünü düşünürsek, burada da Superman özelinde iyiliğin yalan olduğunu, Superman’in aslında iyi olmadığını düşündüğünü söylememiz mümkün. Fakat bu rüyanın her iki düşünceyi de barındırdığını söyleyebiliriz, zira filmin genelinde Batman’in çizdiği portrede iyiliğe pek de inanmadığını görüyoruz, hatta Alfred’e ‘’Gotham’da yirmi yıl, Alfred… Vaatlerin değerini gördük. Kaç iyi adam kaldı? Kaçı iyi kalabildi?’’dediği zaman, bunun açıkça ortaya konduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Batman’in gösterdiği şiddet eylemleri mantıklı çerçeveye oturuyor, iyiliğin bir yalan olduğunu düşünen kişinin, mağaradan çıkıp da iyiye ulaşabileceğine ve dönüşebileceğine inanmaması doğal.
Tabii bu noktada Bruce Wayne ve Lex Luthor ortak bir noktada buluşur. Mesela Lex Luthor da Superman’in iyi birisi olmadığını düşünür. Hatta bunu mağara alegorisi üzerinden açıklayalım. İnsanların mağaranın duvarında gördükleri Superman, Lex Luthor’un fikrince, gerçek olmayan Superman’dir. Boyunlarından zincirlerle bağlanmış insanlar, yani inanç kurallarının, toplumsal kuralların boyunduruğundaki insanlar, Superman için çeşitli iyi namlalar yüklemektedirler. İşte bu noktada Lex Luthor, Platon’un filozof figürü gibi davranır. Amacı gölgelerdeki sahte Superman değil, gerçek Superman ile yüzleştirmektir insanları. Bu yüzden ilk amacı da Superman’i öldürmek değil, önce gerçek yüzünü göstermek ve sonra Superman’i öldürmektir. Aslında her iki karakterin de ışıktan anladığı, hakikat olarak saydığı, kötülüktür.
Kötülük problemi bu filme has olmayacak bir durum. Suicide Squad filmine de bu konuyla başlayacağız. Fakat bu noktada sözü Epiküros’a bırakalım; ‘’ Tanrı, kötülükleri ortadan kaldırmak ister ama kaldıramaz veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister ne de kaldırabilir, yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O güçsüzdür; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor fakat kaldırmak istemiyorsa, 0 kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetli hem de güçsüzdür, bu durumda da, Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor hem de kaldırabiliyorsa -ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur-, o zaman neden kötülükler var ve Tanrı, niçin onları ortadan kaldırmamaktadır?’’ Bu cümleler, Lex Luthor’un ağzından ise şöyle çıkmaktadır; ‘’Dünyadaki kötülük sorunu… Mutlak erdem sorunu… Anlayacağın üzere tanrı dediğimiz varlık bizim kabilemize bağlıdır, Clark Jo. Çünkü tanrı kabileye aittir. Tanrı taraf tutar. Şunu çok önceden çözdüm. Tanrı çok güçlüyse tamamen iyi olamaz. Tamamen iyiyse çok güçlü olamaz.’’ İşte bu Epiküros’un düşüncelerinin Lex Luthor tarafından verilmiş bir cevabıdır. Hatta küçük bir çözümleme yapalım, eğer Tanrı tamamen güçlüyse Dünya üzerinde hala kötülükler mevcuttur, oysa Tanrı tüm bu kötülükleri yok edebilecek kadar güçlüdür, peki bunu neden yapmamaktadır? Tamamen iyi olmadığı için. Tam tersi bir durumda ise, tamamen iyi olmasına rağmen kötülükler varsa, bunu yok edebilecek kadar güçlü değildir, yani tamamen güçlü değildir. Lex Luthor’un vardığı sonuçsa muhtemelen ilki oluyor, yani Tanrı yeterince iyi değildir.
Lex Luthor burada düşüncesini hangi düşünce ile harmanladığının ipucunu da veriyor bizlere aslında. ‘’Tanrı kabileye aittir’’ derken, aklımıza ilk olarak gelmesi gereken Francis Bacon’un zihinsel putları olmalıdır. Platon ile de örtüşen bu zihinsel putlar sınıflandırmasının dörde ayrıldığını görürüz; Soy-Kabile Putları, Mağara Putları, Çarşı Putları, Sahne-Tiyatro Putları… Bu noktadan irdelediğimizde filmde Francis Bacon’un izlerini görmek mümkün. Mesela Soy-Kabile Putları’ndan itibaren konuyu ele alalım. Bu put genellikle, soyumuzdan ve insanın kendi doğasından kaynaklanan tutumlardır. Filmimiz için konuşacak olursak, Superman’in bir Tanrı gibi görülüyor/algılanıyor olması tam da bu kategoriye girer. Burada yine Francis Bacon’un insanı aynaya benzetmesi örneğini görürüz, insanı hatalı bir aynaya benzeten Bacon, kendisine vuran ışığı, rengi bozacağını varsayar. İşte neredeyse tüm insanlarda varolduğu kabul edilen Soy-Kabile Putları’nın filmdeki bir açıklamasına da bakalım; ‘’ İnsanların %90'ı yüce bir gücün varlığına inanıyor. Her din, bir tür Mesih figürüne inanmakta.’’ ve ilerleyen dakikalarda ‘’ Kendi suretimize benzer ikonları hep yaratmışızdır. Yaptığımız şey, kendimizi ona yansıtmak. Belki o ne bir şeytan, ne de bir İsa figürüdür. Belki yalnızca doğru şeyi yapmaya çalışan, iyi biridir.’’ İşte bu düşünüş, filmdeki insan topluluğunu betimler, filmdeki sıradan insanlar bu sınıfa dahildir. Yine filmimizde üçüncü aşama, yani Çarşı Putları, bu konu ile ilintilidir.
İkinci aşama ise Mağara Putları’dır. Bu birey ile alakalı, bireyim kendi mağarasını oluşturduğu kısımdır. Yani kişisel özellikler, kişisel düşünüş ile alakalıdır. Platon ile özdeşleşen kısım ise budur. Eğer bu mağaranın dışına çıkmazsa, birey, gerçek olana ulaşamayacaktır. Yukarıda da anlaşılacağı üzere bu, iyiliği ve iyi kalabilmeyi güzel bir yalan olarak gören, yani mağaranın dışını reddeden –buna kendini inandırmış- önyargılara sahip Bruce Wayne’nin dahil olduğu kısımdır.
Son aşama ise Sahne Putları’dır. Zihnimizde felsefi dogmaların yer etmesi ve kişinin kendi düşüncesini etkileyen felsefi düşüncelerdir, fazlasıyla felsefi dogma etkisinde kalmaktır. Bir kimsenin bir felsefeyi, bir sistemi benimsemesinden kaynaklanır. Bu noktada da Senatör Finch gözümüzde canlanabilir, hatta tüm o mahkeme aşamaları bir tiyatro gibi bile algılanabilir. Zaten Bacon da bunu örneklerken, sunulan fikri bir tiyatro gibi betimler ve kişinin bu tiyatrodaki fikri benimseyebileceğini ve hatta kendisini oyunun içinde hissedebileceğini söyler. Fakat Lex Luthor, Francis Bacon temelli düşündüğünü varsayarsak bu dört fikre de karşı çıkar, putların yıkılmasından yana bir tutum izler. Birinci ve üçüncü aşamadaki kişilere gerçeği göstermeyi, ikinci aşamadaki kişiyi manipüle ederek kazanamayacağı bir savaşa sokmayı, sonuncu aşamadaki kişileri ise dahil olmadıkları bir oyundan çıkarmayı, hatta belki de putlarla gerçekleştirilen bu savaşı mahkeme salonunda sergilenen bir tiyatro oyununa çevirdiklerinden dolayı tamamen etkisiz hale getirmeyi tercih eder. Böylelikle kendince her bir put yıkılmış olacaktır.
‘’Bilgi güçtür’’ Francis Bacon’un en ünlü sözlerinden biridir. Lex Luthor da buna ‘’Kitaplar bilgidir. Bilgi de güçtür. İnsanın acı tatlı ıstırabı gücü olmayan bilgiye sahip olmasıdır.’’ sözüyle destek verir gibidir. Ve yine Epiküros, ‘’Bilginin amacı; insanı bilgisizlik ve boş inançlardan, tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmaktır.’’ der. İşte tam da bu noktalardan Prometheus’u yakalarız. İnsana ateşi –bilgiyi, uygarlığı- armağan eden bir Titan olan Prometheus, insanoğlunu korumak için Tanrı Zeus’a savaş açmıştır. Bilgi tekelini elinde bulunduran Zeus’u alt edebilmek için insana, Zeus’tan çaldığı kıvılcımı hediye etmiştir. İşte bu yüzden Lex Luthor’un bir anlığına anlattığı Prometheus hikayesi, boşuna değil, aksine daha anlamlı olur. Bu filmin Prometheus’u Lex Luthor. Bilgiyi tekelinde bulunduran ise dolaylı yoldan Superman. Lex ise tıpkı Prometheus gibi Kripton gemisinde bulunan binlerce gezegenin bilgisini, insanlar yararına ondan çalıyor.
Prometheus ile Lex Luthor özdeşleştirmesi aslında çizgi roman açısından da benzerlik taşır. Çizgi romanlarda en zeki karakterlerden biri olarak resmedilen Lex Luthor, Yunan mitolojisindeki en zeki karakterlerden biri ile özdeşleştirilmektedir. Sadece zeki olmaları açısından değil, Prometheus hikayesinin genel hatlarını da bize yansıtmaktadır film başından sonuna dek. Prometheus’un kendi göz yaşını katarak insanı yaratması ile Lex’in Doomsday’i kendi kanını katarak –ki o esnada ağladığını da görürüz-yaratış süreci de buna bir örnektir mesela. Filmin sonunda Lex’in ayaklarına ve ellerine zincir vurulmuş haldeki görüntüsü ise Prometheus Desmotes –zincire vurulmuş Prometheus- göndermesidir. Ayrıca mitolojideki sıradan insanın hikayesi ile filmdeki sıradan insanın hikayesi örtüşmektedir. Ateş kendisine sunulmadan önce insan mutludur, sorgusuz sualsiz bir hayat yaşamaktadırlar. Fakat Prometheus’un onlara ateşi armağan etmesiyle insanın hayatı giderek kötüleşmeye başlar, sonunda Zeus, insanlara –evet, Antik Yunan kültüründe, nasıl ki vatandaş denilen özgür Yunan erkekleri ise, mitolojide de insan olarak erkek söz konusudur, kadın sonradan gönderilmiştir- ‘’kadını’’gönderir. Bu da acı ve ıstıraplara sebep olacaktır.
İşte filmdeki kadınlar üzerine de bu hikayeden odaklanmak gerekir. Kadınların bu filmdeki rolü tam da hikayeye uygun bir biçimde, ıstıraba sebep olacak şekilde dizayn edilmiştir. Daha filmin en başında Martha Wayne’in ölümünden, Kahine Ziri’nin mahkemeyi yanlış yönlendirmesine, Martha Kent’in kaçırılmasından Lois Lane ve Superman arasındaki ilişkiye bu hep gösterilmektedir. İşte bu yüzden Superman ile Batman arasındaki savaşta Martha faktörü de bu hikaye ile paraleldir. Batman’in annesinin kaybından duyduğu ıstırap, Martha ismini duyduğunda gün yüzüne çıkar, savaşın seyrini belirler. Tıpkı kadının insanoğlunun kaderini değiştirmesi gibi, bu savaşın da sonucunu değiştirir.
‘’Güneşe çok yakın uçtun.’’ cümlesi ise elbette yine bir Yunan mitolojisi göndermesidir. İkarus’un hikayesine yapılan bir atıftır. Labyrenthos olarak adlandırılan kalenin yüksek kulelerinden birine hapsedilen Ikarus ve babası Daedalus, balmumu ve kuş tüyünden kanat yaparak kuleden kaçmayı başarırlar. Özgürlüklerine kavuşan baba ve oğlun yapması gereken ise ne denize ne de güneşe yakın uçmaktır. Daedalus, oğlu İkarus’a her ne kadar bu öğüdü verse de İkarus bu öğüdü dinlemez ve tüm özgüveniyle Güneş’e doğru uçar, kanatları erir ve düşer. Özgürlük hissi ve Güneş’e ulaşma hırsı, özgüveni ile birleşince İkarus ölür. İşte hikayemizin İkarus’u da General Zod’dur.
Peki Nietzsche olsa Güneş’e doğru uçmak hakkında ne düşünürdü? Aşırı düşünceleri herkesin malumu olan Nietzsche, İkarus’un hikayesinden ders çıkarıp, ölçülü ve dengeli olmanın öğüdünü verecek bir kimse midir? Kesinlikle hayır. ‘’Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hala bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!’’ Bu paragraf birçok açıdan ele alınabilir. Fakat filmimiz açısından ele almayı denediğimizde, Lex Luthor’un genel portresinin yanında, filmin Superman açısından da sonucuna ulaşırız. Yani bu cümle söylendiğinde, bu sözü takiben Nietzsche’nin sözünün takip edeceğini kaçınılmaz gördüğümüz noktada, zaten Superman’in öleceğini film daha ortalarında bize söylemiş olur.
Çizgi romanlarda Lex Luthor ile Superman arasındaki ilişki biraz gariptir. Lex Luthor’un Superman takıntısı inanılmaz boyuttadır, daha önce de söylemiş olsam da, Superman öldüğünde bu kendisini gösterir. Lex Luthor’un Superman’in tabutunu yumruklayarak Superman’i kendisinin öldürememesinden doğan iç sıkıntılarını görürüz mesela. Ya da yakın zamanın örneklerinden, The New 52 Action Comics’te de Superman’in gerçekleştirdiği savaşa müdahil olup, Superman’i kendisinden başka kimsenin öldüremeyeceğini söylemesi de bu takıntının yakın zaman örneğidir. O yüzden Superman öldüğünde ilk boşluğu düşenin de Lex Luthor olduğunu görüyoruz, filmdeki konuşkan Lex Luthor, Superman’in ölümü sonrasında fazlasıyla sessizleşiyor.
Yine yukarıdaki paragrafta aktardığımız Nietzsche’nin sözünü Superman’in ölümü sonrasında genel olarak da görmüyor muyuz? Superman öldükten sonraki bomboş sokaklar –sonsuz bir hiçlik gibi- ya da o soğuk ve kasvetli hava… Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünden sonraki betimlediği kasvetli ortam ile neredeyse aynıdır.
İşte burada Lex Luthor’un her şeyden öte, bu film için yaratılmış bir Nietzsche tasviri olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche’nin üstün insansının Superman mi yoksa Lex Luthor mu olduğu tartışmasından sıyrılarak, Lex Luthor’a film içerisinde bu görev veriliyor. Yaratılan karakteri bir gezegen gibi düşünürsek, çekirdeğini Epiküros ve Yunan mitleri, magmasını Francis Bacon ve kabuğu da Nietzsche olarak düşünebiliriz. Mesela Nietzsche’nin ‘’Kimse öfkeli insan kadar çok yalan söyleyemez.’’ sözü ile Lex Luthor’un manipülasyonlarını, ya da ‘’Daima daha temiz, daima daha uzak olarak düşünülen bir tanrı ile daima daha günahkâr insan arasındaki ayrılığın yarattığı gerginlik, insanlığa zorla kabul ettirilen en büyük kuvvet sınavlarından biridir. Günahkârlar için Tanrı sevgisi bir mucizedir.’’ sözünde Lex Luthor’un Superman’e karşı tavrını, ya da gücü olmayan bir bilginin insanın ıstırabı olarak tanımlaması hangimize ‘’güç istenci’’ terimini hatırlatmaz? Ayrıca bir delidir de, tıpkı Nietzsche gibi… Nerede okuduğumu hatırlayamasam da, Nietzsche’nin deliriş sebebi olarak hiçbir zaman anlaşılamamış çağının ötesinde bir kişi olmasına bağlayan bir yazı okuduğuma eminim, bu noktada Lex Luthor da tıpkı böyledir, anlaşılamayan ve zamanının ötesinde bir kişidir. Hatta Nietzsche’nin ‘’Bir peygamber ve bir deli arasındaki en önemli fark, ötekine insanların inanmasıdır.’’ sözünü aklınıza getirin, Lex Luthor’un da Darkseid’in habercisi olduğunu unutmadan elbette. Tabii bu kısmı bitirmeden önce, Francis Bacon’un ünlü sözünü de hatırlatalım; ‘’İnsanın doğasında akıllılıktan çok delilik vardır.’’ –Kısacası filmdeki Luthor’un delice tavırları tesadüf değildir-
Film aslında ilk yarısına kadar bir ‘’Gordion Düğümü’’ halini alır, birçok kişi de bu düğümün parçasıdır. Anlatılanlara göre, Gordion Düğümünü çözebilen Asya kıtasının hakimi olacaktır ve bunu öğrenen Büyük İskender düğümü çözmeye çalışsa da başaramaz ve bu düğümü kılıcıyla keser. Sonrasında Pers İmparatorluğu’nu alt etmeyi başarsa da, genç yaşta ölümünün sebebi olarak düğümü bu şekilde çözmüş olması gösterilir. Bu hikayenin önemi, şiddetin akla ve sabra üstün gelme hakkında hoş bir hikaye olmasıdır. Filmimizde de, akılla ve sabırla hatta diyalog ile çözülebilecek sorunlar, tarafların manipüle edilmesiyle sekteye uğrar. Ama bu konuda savaş anına kadar bilgece davranan taraf Superman’dir. Hatta Lois Lane’e söylediği ‘’Bu Dünya’da kimse iyi kalamaz.’’ kendi adına değil Bruce Wayne adına söylenmiştir, Superman’in empatisinin sonucudur.
Fakat işin Batman tarafı daha keskindir. İnsanoğlunun geleceği üzerine kaygıları bulunan Batman’in tüm hazırlığı Superman’i öldürmeye yöneliktir. General Zod gibi… Eylemleri her ne kadar şiddet içerikli olsa da-General Zod’un da söylediği gibi- yaptıkları önce Gotham halkı sonra tüm insanoğlu içindir, kendini bunun için eğitmiş, çocukluğundan itibaren kendini buna adamıştır. Anlayacağınız üzere kendisi toplumcudur, Platon’un fikirleri tamamen olmasa bile Batman üzerinden yeniden canlanır. Mesela Platon ‘’Bir toplum ahlak ve hukuk içinde olmadığı zaman, vatandaşlar kendilerini bir çıkmaz içinde bulurlar. İnsanlar ya ahlaki değer yargılarını veya hukuka olan saygılarını yitirirler.’’ demektedir, Batman’in ‘’Biz suçluyuz, Alfred’’ –The Dark Knight Returns çizgi romanında da Clark Kent’e aynısını söylemektedir- deyişinin altındaki temel düşünce de budur, yada eylemlerindeki şiddet ‘’Şehir halkı huy ve tabiat itibariyle iyi olmadıkları zamanlarda istibdat idaresine ihtiyaç duyabilir. İdareci karakter itibariyle müstebitse istibdat ozaman kötülenebilir. Köleler ve kötüler için istibdat en üstün iyiliktir.’’ sözünde gizlidir, hatta Platon şöyle de demektedir; ‘’ Uyarı yolu ile eğitim hem çok emek ister, hem de az işe yarar.’’
En nihayetinde filmimizde Platon’un etkisinde Batman, Nietzsche’nin kendisi olmaya yaklaşan Lex Luthor ve Rosseau düşüncesi ekseninden pek de ayrılmış gözükmeyen Superman birbiriyle mücadele etmektedir. Fakat bu mücadelenin bireysel manada herhangi bir kazananı yok, sadece kaybedeni var ve o da Lex Luthor. İlk filmde Nietzsche’yi reddediş, bu filmde Nietzsche’yi kötü karakterle özdeşleştirmeye kadar varmıştır, Suicide Squad ile de bu devam edecektir. Francis Bacon’un Lex Luthor’un kişiliğine dahil edilmesi, seküler bilimin savunucusu olmasındandır, Epiküros ise Tanrıtanımazlığın temeli olması için bu kişiliğe iliştirilmiştir. Kısacası film, Tanrıtanımazlığa ve seküler yorumlara karşı Tanrı’yı karşı karşıya getirmiştir. Fakat bu filmde Lex Luthor’un gerçekten kaybetmesi için, gerçek amacının, yani Superman’i öldürme amacının da işlevsiz hale getirilmiş olması gereklidir. ‘’Tanrı öldü’’ cümlesi Lex Luthor’un ağzında bir zaferi temsil ederken, filmin sonunda Superman’in canlanmış olmasıyla Lex Luthor ve dolayısıyla Nietzsche tümüyle yenilgiye uğratılır.
Filmin başarılı noktalarından biriyse görsel mesajların oldukça kuvvetli verilmesi. Örneğin, Bruce Wayne bu filmde iki dönüşüm yaşar. Birisi ailesinin diğeri ise Superman’in ölümüdür. Ailesinin ölümü esnasında izlediğimiz sahneleri, sanki bir tekrarmışçasına Superman’in cenazesinde de izleriz, her iki mermi kovanının yere düşüşü Bruce Wayne için derin anlam taşır. Ki dönüşüm de hiç ertelenmeden film içerisinde gösterilir, Batman ile Lex Luthor karşılaşmasında her ne kadar öfke ve nefret dolu olsa da Batman, Lex Luthor’u damgalamaz. Yani bu film içinde eleştirilen Batman, başka filmlere gerek kalmadan daha iyimser ve yöntemleri daha az şiddet içerir hale getirilmiştir. Yani gelecek filmlerde izleyeceğiniz Batman’in daha iyimser olmasının temeli zaten bu filmle atılmıştır da diyebiliriz. Yine Superman ve Doomsday karşılaşması sonucunda Superman ölürken izlediğimiz sahneler ile ilk filmde Jor-el’in öldüğü sahneler örtüşür. General Zod, ilk filmde Jor-el’i nasıl öldürdüyse, Superman’i de benzer şekilde öldürür tabii Doomsday olarak. Burada yıllardır aklımıza kazınmış cümleyi de tekrar içimizde duyarız; ‘’…Oğul baba olacak, baba da oğlu…’’ Anlayacağınız sözde olmasa bile, görsel ifade olarak Zack Snyder tarafından bu tekrar karşımıza çıkartılır.
Bitirirken, yine Christopher Reeve döneminden yapılan esinlenmeyi de söylemezsek olmaz. Superman’in Lois Lane’in kalp atışına odaklanmış olması durumu, Superman I filminde vardır, Superman’in havuzda Kriptonit ile baş başa kaldığı sahne bu filmde su birikintisi içinde tekrar canlandırılır, Superman IV filminde olduğu gibi Lex Luthor bir yaratığın yaratılmasını sağlar. Fakat bu senaryo ve kurguda öyle yedirilmiş halde ki, ne birebir aynısıdır ne de kolay fark edilebilirdir. Bu yüzden bunları görmek ve fark edebilmek güzel bir durum. Yine bir Tanrı’ya odaklanmış hikayenin anlatılmasından dolayı, fazlasıyla dini imgeler kullanılmış olması çok şaşırtıcı değil. Fakat Zack Snyder, ilk filmde Superman adına, General Zod’u öldürmesi dışında hiçbir eleştiri getirilmemesinden dolayı sadece bunun bir sorun olduğunu düşünmüş olsa da, bu filmde işler değişti diyebiliriz. Nietzsche’nin Superman’ini kesinlikle yansıtmayan yeni bir Superman izlediğimiz gerçek. Ama temelli kopuşun karakterde yarattığı sıkıntıları da artık hissedilebiliyoruz. Bu yüzden, eğer eleştiriler doğru algılanmışsa izleyeceğimiz yeni Superman, bu konuda biraz değişecektir, yine de yeni Superman’e alışmakta fayda var, çünkü tamamen kopuş tamamen geri dönüşü asla sağlamayacak.
Yorum Gönder